Bir 8 Mart’ı daha geride bıraktık. Ama geride bıraktığımız sadece bir gün mü? Yoksa yıllardır süren bir mücadele mi? Kimi zaman mecliste, kimi zaman evin mutfağında, kimi zaman plazalarda, kimi zaman trafikte, kimi zaman babaya veya ağabeye karşı bir mücadele bu… Sisteme, kendisine dayatılanlara, ona söz hakkı verilmeyene karşı bir var olma mücadelesi…
Bu yıl en çok konuşulan görsellerden biri Juliana Naufel’in çalışmasıydı: “Kadın olduğunuzda her şey politiktir.”Gerçekten öyle. Kadın cinayetlerinin de, kadına yönelik şiddetin de, erken yaşta zorla evliliklerin de, bakım yükünün de, görünmeyen ev içi emeğin de, kadın istihdamının da, eşit işe eşit ücret talebinin de politik yönü var.
Ama madalyonun diğer yüzü de var: Kadının var olduğu her yer, kadının sesinin yükseltildiği her politik platform da, kadının insan haklarını görünür kılan bir güçtür.
Geçtiğimiz günlerde Finlandiya’nın eski Cumhurbaşkanı Tarja Halonen ile Ankara’da bir röportaj gerçekleştirdim. Söylediği her cümle, zihnimde bu gerçeği tekrar tekrar yankıladı. Kadın haklarını ulusal ve uluslararası düzeyde savunmuş bir lider olarak, deneyimleri yalnızca bir ülkeye değil, hepimize ışık tutuyor.
‘NE ZAMANDAN BERİ AVUKATLAR KADIN OLDU?’
Kadınlara tam siyasi hakların 1906 yılında verildiği ve bu haliyle de tarihte bir “ilk” olan Finlandiya, aynı zamanda dünyada ilk kadın milletvekillerinin meclise girdiği ülke unvanını da taşıyor. 1907 yılı Mart ayında ülkede gerçekleşen seçimlerde, 19 kadın parlamentoya girmişti. O zamandan beri Finlandiya’da kadın milletvekilleri sosyal refah ve çocuk hakları konusunda önemli reformların öncülüğünü yaptı. Mevcut hükümetlerinde 19 bakandan 12’si kadın.

Halonen, Finlandiya Meslek Sendikaları Konfederasyonu’nun ilk kadın avukatıydı. İlk iş gününde telefonu açtığında bir adam, “Bir avukatla görüşmek istiyorum” dedi. Halonen, “Görüşüyorsunuz” diye yanıtladı. Sessizlik. Adam şaşırmıştı. “Ne zamandan beri?” diye sordu. Halonen’in cevabı netti: “Bu sabahtan beri.”
İşte kadınların mücadele ettiği şey tam da bu: İlk olduklarında hep şaşkın bakışlarla karşılaşmak!
KADINLAR GELDİ VE OYUN DEĞİŞTİ
1995’te Beijing Deklarasyonu kabul edildiğinde, Finlandiya heyetinin başında Halonen vardı.
O sırada Avrupa Birliği’nde dışişleri bakanı olan sadece iki kadından biriydi: İsveç’ten Lena Hjelm-Wallén ve Finlandiya’dan Tarja Halonen. AB’nin uluslararası siyasette daha büyük bir aktör olma ve kriz yönetiminde daha etkin rol üstlenmeye çalıştığı o yıllarda, erkek meslektaşları onları “mavi gözleri sayesinde şanslı” olmakla suçluyordu. Oysa bu iki kadın, Birlik’in güvenlik politikalarına yeni bir bakış açısı kazandırarak, sivil kriz yönetiminin AB’nin kriz yönetim araçları arasına dahil edilmesi için büyük bir azimle çalışarak tarihe izlerini bıraktılar.
Onlar şanslı değildi. Onlar çalışarak, çabalayarak ve değişimi zorlayarak buraya gelmişti.
Halonen, ülkesinin 2000-2012 yılları arasında ilk kadın cumhurbaşkanı olarak birçok kadına ve kız çocuğa ilham kaynağı olmuş bir lider… Cumhurbaşkanı olduğunda, küçük bir erkek çocuğu yanına ağlamaklı gözlerle gelir ve şu soruyu sorar: “Artık erkekler cumhurbaşkanı olamayacak mı?”
Bu, Halonen’in siyasi hayatındaki en eğlenceli ve en düşündürücü anılardan biri… Çünkü bu soru, toplumsal algının nasıl şekillendiğini gösteriyordu. Yüzyıllardır cumhurbaşkanları hep erkek olduğu için, bir çocuğun zihninde “Cumhurbaşkanı olmak = Erkek olmak” olarak kodlanmıştı. Ama şimdi, Halonen’in varlığı bu algıyı yıkıyordu. Tıpkı bizlerin bugün, kadınların siyaset ve liderlikte var olması gerektiğini tekrar tekrar anlatmak zorunda kalması gibi… Kadın liderler artık bir istisna olmaktan çıkmalı.
Bu zamana değin hiç kadın genel sekreteri ol(a)mayan Birleşmiş Milletler’e göre, mevcut ilerleme hızıyla tam cinsiyet eşitliğine ulaşmak neredeyse üç yüzyıl sürebilir. 300 yıl! Dile kolay bile değil…
Halonen’in de altını çizdiği gibi, yasal hakların tanınması tek başına yeterli değil. Siyasette var olabilmek, seçim kazanabilmek için kadınların finansal kaynaklara, güçlü ağlara ve siyasi deneyime sahip olması gerekiyor.
Aynı zamanda toplumsal cinsiyet eşitliğinin erkekler tarafından da yaygın şekilde benimsenmesi, eşit işe eşit ücret politikasının içselleştirilmesi, çocuk ve ev bakım sorumluluklarının kadın ile erkek arasında eşitlikçi şekilde paylaşılması da şart.
“Çocuk bakımı ile araba bakımının eşit derecede önemli görülmesi gerekiyor,” diye açıklıyor bu durumu Halonen ve ekliyor: “Küresel çapta, işgücü piyasasındaki kadınlar hâlâ erkeklerden yüzde 23 daha az kazanıyor ve ev içi ücretsiz bakım işlerine erkeklerden üç kat daha fazla zaman harcıyor.”

KADINLAR, ÇÖLLEŞEN DÜNYAYA DA DİRENİYOR
Tarja Halonen, kadın haklarıyla çevre mücadelesini birleştiren öncü liderlerden biri. Sadece siyasette değil, doğayla mücadelede de kadınların sesini duyuruyor. Birleşmiş Milletler Çölleşmeyle Mücadele Sözleşmesi (UNCDD) çerçevesinde Toprak Elçisi (Land Ambassador) olarak görev yapıyor.
“Kadınlar ve kız çocukları, hızlanan iklim ve çevre krizine karşı mücadelenin merkezinde. Özellikle kırsal ve yerli topluluklardaki kadınlar, iklim değişikliğinin yıkıcı etkilerinden orantısız şekilde etkileniyor. Ama mesele sadece mağduriyet değil; çözüm de kadınların elinde,” diye açıklıyor bu durumu.
Su azalıyor, tarım verimsizleşiyor, göç artıyor, kuraklık yaygınlaşıyor. Ve bu krizin en büyük yükünü kimler taşıyor? Kadınlar ve kız çocuklar.
Halonen’in misyonu sadece toprakları kurtarmak değil. Kadınların ve kız çocuklarının sürdürülebilir toprak yönetimine eşit katılımını ve sürece liderlik etmelerini sağlamak, onların bilgilerini ve becerilerini geliştirmek için mücadele veriyor. Çünkü gezegeni kurtarmak istiyorsak, kadınların gücünü görmezden gelemeyiz.
Kuraklık ve çölleşme, dünyanın en yoksul kesimlerini vuruyor. Suya erişim azalıyor, tarım verimsizleşiyor, göç artıyor. Ve en büyük yükü kim taşıyor? Kadınlar ve kız çocukları.
Halonen, kadınların bu mücadelede öncü olabilmesi için #HerLand (Kadının Toprağı) kampanyasını yürütüyor. Çünkü toprak elden gidince en çok kadınlar kaybediyor. Ama bu savaşı da en çok kadınlar kazanabilir.
“Finlandiya’da toplumsal cinsiyet eşitliğini teşvik etmek, sadece iç siyasette değil, dış politika ve kalkınma politikamızda da kritik bir öneme sahip. Eşitlik savunucusu olarak uzun geçmişimiz, bu konuda karşılaşılan engellere karşı daha duyarlı olmamızı sağladı. Bunu sık sık ‘Finlandiya’nın altın gölgesi’ olarak adlandırıyorum. Sahip olduğumuz tüm deneyimle, ulusal düzeyde de, dış politikamız ve uluslararası iş birliklerimiz aracılığıyla da toplumsal cinsiyet eşitliği için çok daha fazlasını yapabiliriz ve yapmalıyız da,” diyor Halonen.
KADIN HAKLARI PİZZA DEĞİLDİR!
Beijing Deklarasyonu’nun 30. yılı vesilesiyle 11 Mart günü TED Üniversitesi’nde düzenlenen ve Halonen’in de açılış konuşmasını yaptığı panelde UNFPA Türkiye Temsilcisi Mariam Khan harika bir benzetme yaptı: “Kadın haklarını pizza gibi düşünmemek gerekir. Kadınlara daha fazla dilim verildiğinde, bu durum erkekler için daha az dilim (yani hak) anlamına gelmez.”
Ama tam da burada bir soru soralım: Kadınların siyasette ve karar alma mekanizmalarında eşit temsili için gerçekten ne kadar yol katettik? Pizzanın dilimleri eşitlikçi paylaşıldı mı, yoksa erkekler sofradan hep daha “tok” mu kalktı?
1995 yılında Pekin’de düzenlenen Dördüncü Dünya Kadın Konferansı, dünya çapında toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesinde bir milat oldu. Sonuç bildirgesi olarak kabul edilen Beijing Deklarasyonu ve Eylem Platformu, kadın hakları konusunda küresel çapta en iddialı ve kapsamlı yol haritalarından biri hâline geldi.
Türkiye de bu deklarasyona imza atarak, kadın hakları konusunda uluslararası standartları benimseme taahhüdünde bulundu. Kâğıt üzerinde harika görünen bu taahhüt, Türkiye’de kadınların ekonomik, siyasi ve sosyal hayata tam katılımını destekleyen politikaların geliştirilmesi için önemli bir çerçeve sundu.
Ancak asıl soru şu: Bunlar hayata geçti mi?
Evet, bazı kritik reformlar gerçekleşti: 2001’de Medeni Kanun değişti. Eşlerin evlilik birliğinde eşit söz hakkına sahip olması sağlandı; edinilmiş mallara katılma rejimi kabul edildi. 2004’te Anayasa değişti. “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir” hükmü anayasal güvence altına alındı. 2005’te Türk Ceza Kanunu reformu geldi. Kadına yönelik şiddetin önlenmesi için cinsiyet temelli suçlara daha ağır yaptırımlar getirildi. 2011’de İstanbul Sözleşmesi imzalandı, daha sonra bir gecede sözleşmeden çıkıldı. 2012’de 6284 Sayılı Kanun yürürlüğe girdi. Kadına yönelik şiddetin önlenmesine dair en kapsamlı düzenlemelerden biri oldu.
Peki bugün neredeyiz?
Kadın hakları mücadelesinde kâğıt üzerindeki reformlar ile gerçek hayattaki uygulamalar arasındaki uçurum giderek açılıyor. Türkiye’de ve dünyada, son yıllarda kadınların kazanılmış haklarının aşındığına tanık oluyoruz. Örneğin, ABD’de kadın hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliği için yeni bir mücadele dönemine girildi.
Dünya genelinde her 3 kadından 1’i, hayatında en az bir kez fiziksel ve/veya cinsel şiddete maruz kalırken, kadınların yüzde 16 ile yüzde 58’i çevrim içi şiddete maruz kalıyor. 30 yıl önce belirlenen hedefler, bugün daha da büyük bir anlam taşıyor.
Dünya Ekonomik Forumu verilerine göre, kadınların sağlık alanındaki eşitsizliği ve sağlık sistemlerinin bile cinsiyet temelli oluşu, her yıl 75 milyon yaşam yılı kaybına neden oluyor.
Ancak yalnızca uluslararası kuruluşlar ve akademisyenler değil, hepimiz bu mücadelenin bir parçası olmak zorundayız.
Kadın politikacılar, ne söylediklerinden çok nasıl göründükleriyle yargılanıyor. Siyasi platformlarda kendilerini “kabul ettirebilmek” için “erkek” gibi bağırmak, “erkek” gibi sert konuşmak, eril normların doğurduğu rekabet ve güç ilişkilerine dayalı bir siyaset yürütmek zorunda hissediyorlar kendilerini…
Karar alma mekanizmalarına baktığımızda, dünya genelinde parlamenterlerin yalnızca yüzde 27’si kadın. Geçen yıl yapılan 31 devlet başkanı seçiminde sadece 5 kadın lider seçildi. Siyasi güç hâlâ erkeklerin elinde; bugüne kadar yalnızca 87 ülke bir kadın lider tarafından yönetildi. Dahası, 1945’ten bu yana, dünyanın en önemli 54 çok taraflı örgütünün seçilmiş liderlerinin sadece yüzde 13’ü kadın oldu. Oysa, 1995’te Pekin’de Hillary Clinton’ın dediği gibi: “Kadın hakları, insan haklarıdır.”
İşte tam da bu yüzden Halonen’in şu sözleri hepimiz için bir çağrı niteliğinde: “Ama bu hakları korumazsanız kaybedersiniz. Ev işlerini her gün yapmazsanız, ortalık karmakarışık olur. Kadın hakları mücadelesi de böyledir. Asla bırakmaya gelmez.”
Halonen’e göre, nüfusun yarısını geride bırakmak, kalkınmanın önündeki en büyük engellerden biri ve yalnızca kadınların ve kız çocuklarının haklarını değil, ekonomiyi ve toplumu bütünüyle olumsuz etkiliyor. “Küresel cinsiyet eşitsizliğini 2030’a kadar kapatmak için her yıl 360 milyar dolar yatırım gerekirken, eylemsizliğin bedeli çok daha ağır,” diye ekliyor.
GERÇEKLER ÇARPICIDIR, AMA DAHA ÇARPICI OLAN HAREKETE GEÇMEKTİR
Türkiye’de halen çalışabilir durumda olan her 100 kişiden sadece 35’i kayıtlı ve tam zamanlı çalışıyor.
Her üç kadından biri gece yalnız yürürken kendini güvensiz hissediyor.
Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu verilerine göre, geçen sene 421 kadın erkekler tarafından katledildi.
Cinsiyetler arası ücret farkı hâlâ erkekler lehine.
Üst ve orta düzey yönetici pozisyonlarında da mecliste de kadın oranı hâlâ yüzde 20 civarında.
Yani? Mücadele daha yeni başlıyor.
Ne güzel der Şükrü Erbaş o güzel dizelerinde: “Kadınlar hayalden ve yorgunluktan yapılmış birer yeryüzü beşiğidir… Geceyi ayrı gündüzü ayrı avuturlar kirpiklerinde.”
KİM SORUMLU? HEPİMİZ.
Kadınlar hâlâ geceleri sokakta yürümekten korkuyorsa, sadece saldırganlar değil, o sokakları karanlık bırakanlar da suçlu.
Bir kadın işyerinde mobbinge uğrayıp intihar ediyorsa, yalnızca onu zorbalığa maruz bırakan değil, sessiz kalan iş arkadaşları da sorumlu.
Halonen’in sözleriyle; “Dünyayı değiştirmek kolay değil. Ama eğer değişim bekliyorsak, önce denememiz ve cesur olmamız, bunun için de mücadele etmemiz gerekir.”
Evet, haklarımızı kazandık. Ama onları her gün yeni baştan korumazsak kaybedeceğiz. Mücadele etmeye devam edecek miyiz? Yoksa sadece izleyici mi olacağız?
Çünkü kadın hakları bir pizza değil. Paylaştıkça azalmıyor. Tam tersine, büyüyor.
Son söz niyetine: Bu, sizlerle paylaştığım son yazım. Ve bu veda notunu yazarken ilk kez ilham perilerim gelmedi yanıma… Son üç yıldır kadın ve çocuk odaklı yazılarım için bana kucak açan Gazete Duvar’a teşekkür ediyorum. Bağımsız gazeteciliğin çölleştiği bir ortamda sesime, sözüme, zaman zaman çığlıklarıma yer bulabilmek, sabah uyanır uyanmaz yeni yazı konuları düşünerek heyecanlanmak, var oluş amacım ve hayallerim açısından çok kıymetliydi. Yeni satırlarda buluşmak umuduyla… Ne de olsa umutsuz yaşanmıyor.